MEGGYOZYEL

When I'm good, I'm very very good but when I'm bad, I'm even better

Ali’m

Pfffff, kronolojik hafızam o kadar berbat ki geri dönüp sene sayamıyorum. İlerde torunlarıma hatıralarımı anlatacağım zaman tek zaman referansım “eskiden” olacak. 

Seneler silik.

Lise son sene, gez dolaş, mekandan mekana, uçaktan uçağa, bir oraya bir buraya derken, saygıdeğer, hepsi mühim mevkilere konuşlanmış sınıf arkadaşlarımın aksine, Eminönü Kantarcılar’a kapağı attım. İnsanların gözü kapalı, “Sussun diye gideceği üniversitenin altın anahtarını verirler” dedikleri ben “aşırı partilemek sebebiyle” üniversiteye giremedim. Giremediğim gibi Oralet ve Elma çayının sallanan tepsi içinde kral olduğu bir Han’a yerleştim.

Bildiğin skandal!

Kelime üzerinde “Üniversiteyi kazanamadı” olsa da… bunun benim ruh sağlığım üzerinde yarattığı depremi anlatmaya benim lisanım yetmez. Bildiğim dilleri toplasam da yetmez….

Bir anda dünya durdu!

Partileme, gezme, beraberinde gelen tozma, seyahat, eller havaya hali durunca da “Üniversite okumamış ev kızı” kelime kombini bana gerçekdışı gelmeye başladı. Lise mezunu unvanını taşımak istemediğim için 5 dakikada piyasayı araştırıp, o zamanların çok meşhur olan “Tek başına alırsan $100, 3 arkadaş birleşip alırsanız $500” özel ders sistemine girmeye karar verdim.

Umarım sağlığı çok iyidir ve keyfi de her zamanki gibi yerindedir….. Cengiz Bey’i buldum.

Cengiz Bey – ki insan olarak Bey kelimesi epey ödünç duruyor üzerinde – o zamanların ekonomik dengelerinden bi-haber, özel ders başına orta halli bir ailenin aylık mutfak masrafını alan bir özel ders hocasıydı. Rakamları telafuz edince yüzümdeki ifadeyi görmüş olacak ki, hemen atlayarak “Ama seni biri ile eşleştirebilirim ve o zaman saat ücretim de düşer” deyiverdi.

Başka çarem var mı? Omuz silktim, kabul ettim.

Yaz sonuydu ilk dersime gittiğimde. Gayrettepe’de bir ev. Standart kahverengi oyma mobilyalı, salon salomanje bir daire. Kapı açıldı ve kapıyı açana bakmadan ilerde oturmuş beni bekleyen Cengiz bey’i gördüm. Gülümseyerek ona bakarken kapı önünde ilgi bekleyen eleman “Merhaba ben Ali” diye hevesle elini uzattı.

Eğitime susamış, cebir ve trigonometriye aç ben, bir an önce derse başlamak istiyordum ama aradaki Ali denen çocuk yarı hayran bakışlarla bildiğin eğitim hayatımı baltalamaya yemin etmişti. Ardı arkası kesilmeyen özel hayat sorularına son noktayı koymak için tarih’in T’sine başlamadan önce “Ben nişanlıyım!” dedim.

Liseden yeni mezunum.

Yaş 18.

Ve evet. Nişanlıyım!!! (Bildiğin 2. skandal)

Sonra konuya geldik. Haftalar, aylar süren bir Cengiz Bey maratonu. İnanılmaz şekilde her hafta 4 gözle gelmesini beklediğim, coğrafyaya aşık, tarihe hasta olduğum, geometriyi ilk defa adamakıllı öğrendiğim (veya öğrendiğimi sandığım), yuvarlak masa etrafında harf kıvrımları bugün bile gözümün önünde gitmeyen Cengiz Bey yazılı defterlerin doldurulduğu müthiş bir 6 ay.

Ali+Cengiz ve ben start’tan muhteşem bir üçlü olduk. Başka hangi dahi öğrencilere ders veriyordu, kaç öğrencisi hangi okullara girdi bilmiyorum ama biz öğretmen-öğrenciden çok “ders yapıyoruz” kisvesi altında haddinden fazla eğlenen bir üçlü olduk.

Ali çok mütevazı bir aileden geliyordu. Ben masa etrafında Nişantaşı gençliğini temsil ederken, Ali mahalleden ve belki oto sanayiden 3-5 delikanlı arkadaşıyla takılan araba hastası bir çocuktu. Her hafta masaya oturduğumuz anda önce “Sebastian nasıl?” kahkahalarıyla konuşma açılır (nişanlıma Sebastian adını takmışlardı) sonra Ali’nin o hafta hangi arabaya hasta olduğunu dinlerdi. O motoru nasıl güçlendirmiş, bu arabaya nasıl lastikler taktırmış, efendime söyleyeyim, Bebek’te arabayı nasıl bağırtmış… rot-balans Ali. Modifiye Ali.

Gayrettepe’de Ali’nin evinde ders yapmadığımız günlerde Cengiz Bey’in Yeniköy’deki evinde yapılırdı dersler. O zamanlarda da ders çıkışı Modifiye Ali’nin arabasına biner, yolda mutlaka bir pizzacıda durur, ders dışı muhabbet ederdik. Kız arkadaş yapamamış Ali’nin gözündeki partygirl M. olarak onun sayısız “erkekli kızlı” sorusuna cevap verdiğimi hatırlıyorum. Başka bir dünyadan geldiğimi düşündüğünü için dinlerken bir süre sonra ağzı açık kalır, ben de gülmeye başlayınca ağzını kapatırdı. Tabi Alman usulü öderdik pizzayı da.

Ağustos 1989 sanıyorum…. dersler biteli çok olmuş, üniversite sınavına girilmiş, çıkılmış, Cengiz’le muhabbet bitmiş, Ali ile de ayrı dünyalarımıza çekilmişiz.

O arabası ile muhtemelen Silivri, Edirne… ben teknelerde Yörukalı, Sedef Adası…

“Açıklandı!” dediler.

Yani Sınav Sonuç Gazetesi basılıyor.

Yani şu anda Hürriyet matbaasında benim sınav numaramın bir gazete sayfasında milyonlarca rakam arasında…..

veya değil.

In Cengiz, we Trust.

Ali’nin numarasını çevirdim. “Duydun mu?”, diye sordum. “Duydum”, dedi. “Yarın sabah artık öğreneceğiz bakalım”.

“Bugünün sahtekarlığını yarına bırakma, ben yarın sabaha kadar bekleyebilir miyim?”, dedim. Bugün Los Angeles’ta bütün mikropluklarıma ortak canım Yasemin’in ismini kullanarak gece 10’da Hürriyet matbaayı aradım.

“Merhaba Mustafa bey, ben Yasemin….. evet evet Yasemin Simavi. Sizden rica etsem, 2 arkadaşımın sınav sonuçlarını öğrenmek istiyorum”.

Ayrılmayın Yasemin Hanım dediler…. bu arada o yıllarda Yasemin’le bırakın tanışmayı, sokakta görsem tanımam, o ayrı konu!

10 saniye.

20 saniye.

Yarım dakika….

1 dakika….

“Evet , yazıyor musunuz Yasemin Hanım, ilk numara için bu bu bu Üniversitenin bu fakültesi, ikinci numara için de….. şu üniversite, şu bölüm….”

Titreyerek aradım Ali’yi.

“Ali”, dedim, “Marmara İşletme’ye girmişsin koçum!”….

Ne söylediğini hatırlamıyorum.

“Ben mi? Ayıpsın Ali’m, tabiki Boğaziçi”….

……….

Yıllar geçti. Asırlara bedel üstü akıllara ziyan güzel günler geçirdim Boğaziçi’nde. Önce akıl, mantık edindim (nişanı attım olarak okuyunuz), sonra ilim irfan (Sosyete Kantininde nescafe). Büyümüşüz sandığımız boyumuzla çocuk olarak girdiğimiz Hisar’dan çocukluğumuza dönmek isteyen hayata hazır büyükler olarak çıktık.

What now?

Sosyal medyanın olmadığı yıllar olduğu için Ali ile yollarımız tekrar nasıl kesişti bilmiyorum. Ama kesişiverdi. Her daim ben+1 dolaştığım bünyeden nasıl oldu ise ziyadesiyle bekar dönemime rastladı hem de. Önce telefonlaşmaya başladık, sonra hadi görüşelim dedik.

Seneler geçmişti. Gülümseyerek hazırlandığımı hatırlıyorum. Ali yaaa. Modifiye Ali. Kimbilir neler yapmıştır, nasıl geçmiştir üniversite hayatı. Var mıdır acaba kız arkadaşı filan.

Telefonu çaldırdı, aşağı indim topuklu ayakkabılar, fonlu saçlar filan (eh, İstanbul yılları). Ve yine aynı Ali’yi gördüm karşımda. Gayrettepe’deki evine gittiğimde kapıyı açan saf, heyecanlı çocuk Ali.

Ali’m.

Karışmadım plana programa. “Bakalım büyüdün mü Ali’m?” dedim, “Sen seç, sen götür istediğin yere”. Sanırım beni arkadaşlarına gösterebileceği bir yere götürmek istedi 🙂 Etiler’de bir bara gittik, hayal meyal hatırlıyorum. Herkese tanıştırırken 32 dişi ortada, ağzı yarı açık… ben hala dalga geçiyorum, “Ali, ağzını kapat!” diye. Oto sanayi çevrelerinde “Olm, nerden buldun bunu!?” şeklinde bir fısıltı yükseldi. O kadar keyifli bir gece geçirdim, onun saflığına, iyiliğine öyle kapıldım ki tekrar görüşmeye karar verdik.

Bir sonraki haftasonu mekanı ben seçtim. “Vay be, çok duydum, okudum ama hiç gelmemiştim buraya” dediği bir mekana gittik. Şimdi yazarken bile gülümsetiyor ama kafasında öyle bir yere koymuştu ki beni… gülümsememeye imkan yok. Heyecanıyla sessizce “Rezervayon… Ali adına. Ali ve Meggy!” diye bağırıyordu. Asksal, romantiksel, cinsel, tensel hiçbirşey yok. Sadece “Vay be! Meggy işte!” hali. Bir daha kimse öyle havaya sokmadı zaten beni 🙂

Bir sonraki haftaya sözleştik. Bayram girdi araya. Bayram geçince, “Hayret, Ali aramadı” diye sarıldım telefona.

Gayrettepe’deki evde yaşıyordu hala…. ama Ali bu, annesinden ayrı nereye gider ki?

Ablası açtı.

“Merhabalar …. Ben Meggy,  Ali ile görüşebilir miyim?” dedim.

“Ali öldü”, dedi.

“Ali”, dedim tekrar…. “Ali ile görüşebilir miyim?”

Meggy,  Ali öldü!

Hayır… vefat etti… Ali bir kaza geçirdi ve malesef… Ali’yi kaybettik…. Ali artık bizimle değil…..

Değil.

Ali öldü.

Bir sarsıntı, kulaklarımın içinde korkunç bir uğuldama… türbülansa düştüğün andaki ilk kalp sekmesi….
midemdeki yumruk, iki büklüm olma hali….

telefon elimde.

“Ali” dedim…. “Ali…. ne oldu?”

Bodrum’a giderken trafik kazası geçirdi ve orada kaybettik kendisini….. dedi… veya demiştir… demiş olabilir.

Hatırlamıyorum.

…………

Bu sabah işe gelirken kafamdaki problemleri düşünüyordum. Yapmam gerekenler, toparlamam gerekenler… Kafamı sıkmış olanlar, sinirlendirenler….. dert ettiklerim, susup sineye çektiklerim, duymamazlıktan geldiklerim.

Son 8 senede başıma gelmeyen şey kaldı mı acaba? Terapist koltuğu, antidepresan, korku, endişe…. kavga, küslük, başlayan ilişkiler, bitenler, iyi ki bitenler…. alamadıklarım, yapamadıklarım, yere göğe koyamadıklarım, sevmeye doyamadıklarım….

Bu sabah işe gelirken Ali’yi düşündüm bin yıldan sonra.

Dün gece yatağa girerken o düşündüğünüz şey var ya? Acaba olur mu? Olacak mı? Olmazsa ne bok yersiniz, diye…

Sıkmayın bence yaa canınızı….

Related Posts

kuştüyü
camera obscura
Yazar