MEGGYOZYEL

When I'm good, I'm very very good but when I'm bad, I'm even better

camera obscura

Sararmış, eskimiş, kenarları kıvrıldığı için çerçeve içinde, özel koruma altında bir fotoğrafim var. Elbette siyah beyaz.

Hatta kahverengi sarı.

60’lar.

6 kişi bir masanın etrafında. Bir eğlence gecesi. Muhtemelen bir sanatçı seyrediliyor. Sanat musikisidir. Herkesin yüzünde memnun bir ifade. İnanılmaz bir duruş, bir şıklık…

lafı dolandırıyorum ama dümdüz gireyim…

Asalet.

Aileme ait olduğu için değil, eskiye ait olduğu için bir asalet…

Sadece tek bir tanesi hayatta bugün resimdekilerden, uuuupuzun bir ömrü olsun.

Kardeşimle bir resmim var sonra, siyah beyaz. Ben 3 yaşında filan büyük abla, o ise bağlı olduğu ufak bir bebek koltuğunda.

Saflığı görmüyorsun;

dokunuyorsun.

Çocukluğuma ait bir resmim var. Her baktığımda bir sıcaklık yayılıyor. Resim mutlu ettiğinden değil. Hatırası taze diye. Antalya’da, tam olarak Kemer’de bir tatil köyündeyiz. Yaş 6. Tüm çocukluğumu üzerime giymiş, eksik dişlerimle sırıtmışım kameraya. Renklerin güzelliği İnstagram’ın “benim” diyen filtrelerinde bile yok. Eskiliği tadından yenmez halde. Resme her baktığımda güneş hala tenime değiyor.

Kardeşimin 13. yaş törenine ait birkaç resim var. Etrafında bütün tombilik arkadaşları. Bugün hepsi saçlarına kır düşmüş, çocukları okulllardan mezun etmiş babalar.

Birkaçı çok yakışıklı :).

Ama konu o değil.

Hepsi kardeşlerim; baktıkça “Vay be!” diyorum. Ne Beta ne VHS kasetler var o zamanlara ait.

Büyükbabam masanın başında. Cuma akşamı yemeği. Kuzenler minnak. Kardeşim bildiğin mikrop velet kıvamında çıkmış. Dolma var sofrada; vallahi de billahi de bugün tekrar ‘onun’ elinden yemek için dünyaları veririm; kıymetlim, anneannem.

Üniversite yılları. Evde yapacak işimiz kalmamış, sabahlıklar, kombinezonlar, gecelikler, jartiyerler, makyaj malzemeleri yerlere saçılmış… Victoria’s Secret çekimi mi, evde kafayı yemiş kızlar partisi mi belli değil. Bakıp bakıp gülüyorum hala, “Acaba amaç neydi?” diye.

Fotoğrafçı boyfriend…. Bugün çakıl taşı dahi kalmamış Arnavutköy veya Bebek tepelerinde, eski bir Ermeni mezarlığında… mezar taşlarının kenarlarına tünemişiz. Saçlarımız uçuşuyor. Uzaklarda bir yere dalmışız. Arkada mavi deniz…..

ve Bebek’te bir sandal, tam da caminin önünde.. Sersem eden bir mavi, güneşin sarısı üstüne damlıyor… sandalın kenarlarında kırmızı şeritler, yemyeşil detaylar…. bildiğin gökkuşağı akıyor resimden…

Seni bilemem de ben dokunamıyorum ya ekrandaki resimlere. 20-30 fotoğrafim var birbirinden değerli, üzerinde parmaklarımı gezdirdiğim. Dokunduğum, öptüğüm…. peh, üzerine gözyaşı bile damlamıştır bazılarının.

Ama ekranda değiller.
Camın arkasında saklanmıyorlar. Apaçık ortadalar.
Çekildikleri gün gibi kokuyorlar.
Oynayamıyorsun renkleriyle çünkü çok hakikiler…
neyse o.

Büyükbabamın gözlük caminda yansıyan anneannem mi anlayamıyorum. Zoom’layamıyorum içine resmin.
Çocukluğumun kırmızı terliklerinde hangi karakter var, çıkartamıyorum mesela. Mickey mi sever mişim o yaşlarda yoksa Snoopy mi…. emin değilim.

……

Bu benim hissim, düşüncem değil biliyorum.Sen de kesin farkındasın. Kadrajlamaya çalışmaktan, hayatın geniş açısını kaybettik uzun zamandır. En güzel konserde amaç onu başkalarına seyrettirebilmek midir, daha sonra seyretme arzusu mudur, nedir, çözemiyorum ama….. o 3 “gerçek” saati kayıt altına almak için, konser biletini yakıyoruz aslında. Kamera sallanmasın, gitarist çerçeveden çıkmasın, yakınlaş, uzaklaş, etrafı da kaydet derken…. eller müzik için değil sadece telefonu tutmak için havada kalıyor konser boyu.

Sonra oturup seyreden?
Roma’da Trevi Çeşmesi’ni resmederken köşede duran aşıkları, Pasifik’te balina seyretmek için gözlerini ekrana kilitleyince teknenin etrafında zıplayan yunusları, New York’ta vizörü Empire States’e dikerken şehrin akıp giden enerjisini, NAPA’da şarap bağlarına 2 santimlik delikten bakacağız diye şarap kafasını kaçırıyoruz.

Sosyal medyada “kendini gösterme, varolma, statüsünü sergileme” fenomenini geçtim; bu çok farklı birşey. Üstelik kimseden “bu anılarım kaybolmasınlar diye resmediyorum” lafını da duymadım. Sadece obsesif bir biçimde deklanşöre basma durumu.

El tiryakiliği.

İlk bebek doğduğunda dijital kameralar ve telefonlar vardı. Sanırım ilk 6 ayda 3,000 resim var bir hafızada. Sonrasında bu sayı, 3,2,1 diye azalsa da kabaca bir tahminle 10bin fotoğraf vardır bir saklama aletinden diğerine aktarılan.
Sonra 2. bebek…. İlkinin paniğini, bilinçsizliğini, çaresizliğini yaşamış bir anne olarak biraz arkana yaslan, keyfini çıkar kahkahaların, çeneden akan salyaların değil mi?

Bu sefer 2 kardeşi resmetme telaşı. Yine çocukluğu kameraya hapsetme takıntısı.

Artık yavaşladım. Etrafımdaki tüm anneler sakinleştiricilerini aldılar ve yavaşladılar.

Dağıldım ama başa saracağım….. 2 ters 1 düz örgü yapacağım.

Bu yüzbinlerce, milyonlarca resim buz gibi ortamlarında, dokunulamadan, gün yüzü göremeden tükenecekler, yokolacaklar. Kaç arkadaşın canı yandı, kaç evden aaah’lar yükseldi, sen de biliyorsun. Yedeklenmeden kaybolan telefonlarda yitip giden ilk bebek banyosu, Cd’lere yazılıp çizik içinde kaybolmuş ilk adımlar, “ Ben tam beceremiyorum bu işleri” kisvesi altında bir bilgisayardan diğerine aktarılamayan çocukluklar….

Şanslıydık; birbirinden güzel, hepsi sahibine özel Kodak makinelerde çekilip karanlık odalarda banyo edilmiş 50 çocukluk resmimizden kırmızı rugan ayakkabılı bayram fotoğrafı, bahçe duvarına dizilmiş 4 çocuk, ellerimizde gofretlerle çekilen fotoğrafımız, Marmaris tatilinden sararmış yaz resmi, yurtdışından gelen oyuncak ayı ile koltukta olan resimlerimiz duruyor. 50’den kalan 5, net.

Bu binlerden ne kalacak bizim veletlere? Süpersonic hızla yakalanan milisaniyelerden… dantel filtrelerle örtülenip renkli fontlarla süslenen dakikalardan, Facebook sayfasında göz açıp kapayıncaya kadar 12 metre aşağı kayan mezuniyet fotolarından, Instagramda üzerine binen 5 bin takipçinin salata, kaslı bacak, ahenkle danseden saçlar ve unutulmuş bir olaya kalkan kadehlerinden sonra….. onlara biz ne bırakacağız?

Hayata dapdar bir çerçeveden baktığımız yetmiyor; baktığımız açıyı da teknoloji denen, bizim yarattığımız, arızaya muktedir, bir devreye endeksli, suya dayanıksız, yüksek ısıya tahammülsüz, duvar şarjına köle bir güce teslim ediyoruz.

Bir yangın, deprem, sel…. kötü niyetli bir hırsız yoketmeden bütün geçmişi, kendine bir iyilik yapıver de herşeyi yedekle, evinden çıkar.

Köpeğinin sudan çıktıktan hemen sonra etrafı ıslatirken halini, bebeğinin dişsiz gülümsemesini, sevgilinin sabah uyandığındaki en dağınık halini bastırıver bir karta. Olur da deniz üstü bir gün batımında 3-5 dosta dökülmek istersen, bitmiş piline rağmen uzatıp gösterebilirsin sofradakilere, başparmağınla okşayarak.

Sonra otur, hiçbir zaman gerçek rengini, tadını, dokusunu kameraya hapsedemeyeceğin günbatımına kadeh kaldır. Meret hergün batıyor amma

bu çerçevesiz kalsın.

Related Posts

kuştüyü
Yazar
Ali’m