dut ağacı
sokak çocuğuyum ben. hani bugün ah vah ettiğimiz, gözleri, günleri, beyinleri dijital ekranlarda heba oluyor ve sosyallikten ve oksijenden uzak kalıyorlar diye ağıtlar yaktığımız çocukların aksine bahçe çocuğuyum, sokak çocuğuyum, ağaç çocuğuyum.
istanbul’un “büyük” şehir olduğu yıllar. bir semtten bir semte gidildiğinde “yazlığa gidiyoruz” edasıyla eski model dolmuşlara yükleri bağlanıyor; tencere, tava, televizyon üçlüsüyle teeee nişantaşlardan teee suadiyelere taşınıyoruz.
taksimetre dalgası daha yok! bir önceki günden muhterem pederim bir “dolmuşçu” (dolmuş satan kişiye verilen ad) anlaşıyor; göz kararına, kuş uçuşuna ve mantık sınırlarına göre bir ücrette el sıkışılıyor, ertesi sabah kapımıza dayanan dolmuşçuya dayanmak suretiyle öbür yakaya geçiyoruz.
evropalıdan anadolulu olmaya teğet geçiş.
okulun son günü, okulun son günü olduğu için değil de, ertesi sabah haçlı seferlerine çıkarcasına, diğer yakaya geçiş yapılacağı için heyecanlıydı bana. öyle bir geçerdik ki, sanki geri dönüş olmayacak. okulun açılacağı günden bir önceki pazar gününe kadar da evropa’ya ayak basılmazdı hakkaten. ülke değiştirircesine, kelimenin tam anlamıyla kıta değiştirircesine bir taşınma. ev önceden temizlenmiş, buzdolabı henüz boş, pizza hut ve domino’s henüz icat edilmemiş…… hafızaya kazınmış, enteresan günlerdi.
bugün çevremdeki birçok yaşıtımın aksine ada çocuğu değil, kara çocuğuydum. bizim hayatımızda motorlu taşıtlar vardı yani anlayacağın. ama suadiye’nin ara sokaklarında bütün gün sokak sokak gezerken, hiçbir trafik sorunu, park sorunu, korna sesi ve sıcaktan ve oruçtan gözü dönmüş sürücüye rastladığımı hatırlamıyorum. net hatırladıklarımdan birkaç tanesi kukalı saklambaç günleri. sabah oynanmaya başlanıp, akşam balkona çıkan annenin “yemek hazııııııırrrrrr” çığlıklarına kadar bitmeyen, belirli saatten sonra kukalıdan çıkıp , grubun bir kısmı şaşkınbakkal sini’de dondurma yemeye gitmiş, bir kısım dut ağacında muhabbette, bir kısım ise deniz kenarındaki çüş kahvesine (evet adı buydu!) inmiş…… hiçkimsenin birbirini bulamadığı ve saklanılmayan bir saklambaç günü. kukasını hiçbir zaman anlayamadım zaten.
arka bahçede bir dut ağacı vardı üzerinde büyüdüğüm. bir dahaki istanbul seyahatimde sadece suadiye’deki gönlüme zarar sebeplerden adını yazamadığım o apartmana gitmekle kalmayacağım; arka bahçesine geçip o dut ağacını yoklayacağım. bugün bile santim santim ayağımı nereye attığım, sağ dizimi nereye koyup yükselerek gövdesindeki kesik bir kovuğa yerleştiğimi anımsıyorum. gözlerimi kapatınca oraya öyle rahat tırmanıyorum ki….. sözüm olsun, ağaç oradaysa tekrar tırmanıp buraya resmini koyacağım.
çapraz köşede bakkal. veresiye yazıyor. parasızlıkla alakası yok o günlerde. “mahalle” kavramı var. herkesin herşeyi ortada. veresiye yazılıyor… pazar günleri çırak eve hesabı (ölüm marşı eşliğinde) getiriyor. nikotin eşliğinde hesabın üzerinden geçen baba, kenara köşeye sinmiş 2 evlat, kahvaltı sofrası sonrası tufan yaşanıyor klasik. ölüm marşı diyorum çünkü o yıllarda, ticari kafa son derece geliştiği için (yaş 6-8 arası sanıyorum) bakkala gidip 1 kutu tipitip, 1 kutu dandi, bilimum gofret, çikolata alınıyor. tanesi 50 kuruşa gelen “malları” (para mevhumu kopuk…. 50 kuruşu tamamen kulağa hoş geldiği için sallıyorum, siz 50 cents olarak okuyabilirsiniz) bakkalın karşısındaki bahçenin ön duvarına dizerek 1 liraya halka satmaya çalışıyoruz. rekabet felaket! acaba tüketici 50 kuruşa bakkaldan mı alsın yoksa 1 liraya serbest ekonomi modeliyle dükkanı rahatlıkla kurduğumuz karşı bahçenin duvarından mı? duran yok, satın alan yok. biz malımızın kalitesinden eminiz. eminiz diyorum çünkü sürekli kalite kontroldeyiz. aha tipitip kutusunun yarısı çiğnenmiş, gofret kağıtları heryerde. e müşteri nerede? haliyle, pazar günü hesap. 1 kutu abur, 1 kutu cubur…. “bu ne bu!? kim koca kutu gofret aldı?!!”
“eee, şeyyy, satış için almıştık!!!”
geçelim. köprünün altından çooook soğuk sular aktı; sahilden ise sahil yolları geçti.
yorgancı var hemen yakınımızda. pamuk yorganların ipliklerini sokup, onları tekrar hayata geçiriyor. tam tam sokağın köşesinde, hilafsız 6 metrekare bir kulübeciğin içinde en az 10 sene kundura tamir ettiğini seyrettiğim yaşlı bir amca. apartmanın sosyetik kızı nilüfer var, bmw’si ile gelip giden. çocuk aklımızla onu kötü kadın ilan ediyoruz. sonra çatapatlar var. mütemadiyen yolları arşınlamaktan aşınmış sandaletlerimizin altıyla asfalta sürterek patlattığımız çatapatlar. karpuzcu üzerinde şalvarıyla derme çatma tentesinin altında, yerde bağdaş kurmuş, gelene geçene kessssme şekerrrrrr kıvam karpuz satıyor.
bostancıya dolmuşla gidiyoruz hergün. taç spor o zamanlar deniz klübü, suadiye’deki spor tesisinin yanısıra. hergün denize girerek büyüyoruz. taç sporun merdivenlerinin çıkışında motel denen binada ve suadiye bostancı arasında 2 düzine arkadaşımız var birlikte çocukluktan gençkızlığa ve delikanlılığa geçtiğimiz; bahçe duvarlarının arkasında elele tutuştuğumuz. burada adımı temizlemek isterim; hiçbir vukuatım yok o yıllarda. saf, temiz aile kızı modeliyim. aşkımdan oluyorum ama hep bağrıma taş basıyorum.
taç spor iskelesinde karagöz tutuyoruz denize atmak için. dalıp midyeyi çıkarıyor, içindekini yem yapıyor, karagözü tutup denize atıp midyeyi de heba ediyoruz. para bulup buluşturduğumuz zaman ver elini mantıcı ve çiğ börekçi. bugünkü “sağlam” kalıbın sebebi olan sağlıklı beslenme alışkanlıklarını işte o mantıcıda ve taç sporun yağ bağlamış tost makinesinde akıllara ziyan çift kaşerli tostlarla ediniyoruz.
akşamüstü, bugün bile yüzünü dijital ve high definition şekilde hatırladığım mısırcı geliyor sandalla kulübe. genciz, güzeliz ya…. mısır da eksik kalmasın diye onu da götürüyoruz. marjinal olanlarımız mangalda mısır alıp, sütlü haşlama mısırın suyuna batırtıp üzerine tuz attırıyor. kola ince belli cam şişede. geceleri ise eve geliş saatleri sıkıyönetim vaziyette.
………………………..
bir sabah uyanıyorum. sokakta arabalar yok. bağdat caddesinden tek araba geçmiyor. garibime gidiyor. karşı binaya yürüyüp arkadaşımı bulmaya çalışıyorum. birkaç asker gelip sertçe, hemen evime dönmemi söylüyor. sokakta durmak yasak! allah allah?! nasıl yani? sokak çocuğuyuz, başka nerede duralım!? sıkıyönetim geldi diyorlar; sokaklarda sadece polis ve asker gezebilir. televizyon karşısına geçip çocuk aklımızla ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz ama bir halt anlayamadığımız için kaçıp arka bahçedeki dut ağacında dut yemeye devam ediyoruz.
bir sabah uyanıyorum; neve şalom sinagogunda patlama olmuş. ibadet eden 22 yahudi ve teröristler olmuş. bu sefer genç aklımızla ve azınlık korkumuzla biraz daha fazla şey anlıyoruz. sokağa çıkmak istemiyoruz.
bir sabah uyanıyorum; büyümüşüz. uzaklara gelmişiz. suadiye sokaklarının, deniz kenarlarının, dut ağaçlarının hayalini kuruyor, kaç yaş yaşlandığımızı hesaplamamak için aritmetiği beynimizden iteliyoruz.
geçmiş işte, üç beş herneyse.
hala bina girişindeki hanımelinin kokusunu alıyorum ben. ve bugün hala zihnimde o dut ağacına tırmanabiliyorsam, zaten hiç büyümemişim demek.