sssshhhhh…. (al.dat.ma)
yazmamak için parmaklarımı çapraz tutmuş bekliyorum.
uzun zamandır.
haftalardır.
yok, aylardır.
yok, yok. haklısın. sen daha iyi biliyorsun.
yıllardır!
bugünlerde kendimle öyle bir başbaşayım ki, kelimeler beyinciğimden omuriliğime, oradan pankreas ve böbreklere vuruyor. gerçekten sancı verici.
okumadığınız bir yönü. okunmayan bir açısı.
söylenmesi sakıncalı bir yönü kaldıysa, o yönden bakışı.
falsolu vuruş. nerden geldi o top diye bakma.
……………
baştan söyleyeyim, sen sevmeyeceksin bu yazıyı.
çünkü kuyruk acın var.
çünkü kocan fuarda mal sergiliyor ama hangi stand’da, ne malı bilmiyorsun bile.
stand’ın “one-night” olanı makbul fuarlarda!
mal desen…..
sen de şu anda stres oluyorsun çünkü yazı senin hakkında sanıyorsun.
rahat ol, seninle alakalı değil. bizle alakalı. çoğumuzla. ne çoğulu yahu, hepimizle.
önce kelimeyi telafuz edelim.
aldatma.
al.dat.ma.
al.DAT.ma değil.
aldatma.
hiçbir datkam durum yok. vurgu her hecede. genelde her gecede. onla da yatsan onsuz da, bir organ, bir duyu, bir duygu başka tarafta.
istisna?
-sız.
insan doğasından başlayalım. adem havva’ya gitmeye gerek yok. isa yeterli.
sanırım (umarım) hiçbiriniz İsa’nın son havarisi ile evlendiğinizi veya ilişki içinde olduğunuzu sanmıyorsunuz. havarilerin cinsel durumlarını bilmemekle birlikte dinsel durumları malum. bu nedenle kendilerini al.dat.ma konusu dışında tutuyorum. yani onlar, adları üzerlerinde, İsa’nın son havarileri. biz ise daha “normal” insanlarla ilişki içindeyiz.
insan.
yani kendi doğası var. bu doğa gereği de monogamı denen nane, doğada bir ot olmaktan öteye gidemiyor. varolmuyor; hiçbir iklimde yaşam bulamıyor.
abarttığımı, genellediğimi, kuyruk acım olduğunu sananlar var
(ki benle ne alakası var yazının; ben yeryüzündeki tek istisnayım).
bu etapta gözlerini deviriyor, kinayeli gülücükler atıyor, gözleri kısmış ama gözbebekleri büyümüş okumaya devam ediyor. çünkü kocasının (karısının) onu aldatmadığından çok emin ama içten içe benimle dalga geçebilme adına, hayır hayır, eğleneceğini bildiği için okumaya devam ediyor. ikna edilmeyeceğinden emin olduğu için okuyor.
çünkü “birçoğu” gibi kocasını başkasıyla yatakta görse, önce kendi gözlerini kontrol etirecek kadar “inançlı”.
herkesin eşi yapar ama benimki…. ı-ıh. asla.
boşveriyoruz.
teklif var ısrar yok.
öneri var, ikna yok.
önemli olan, ben yazarken eğleniyor muyum? budur!
zurna benim, saz benim.
blog benim, söz benim.
“her gece aynı yemek yenir mi?” klasiğine girmeyeceğim.
yenir!
ben ömrümün kalan kısmını her gece mantı yiyerek yaşayabilirim örneğin.
bir ömür boyu gözlerimi “erkeğimden” oynatmadan, kafamı çevirmeden, bir an olsun başka bir erkeği “acaba!??!?!” lamadan…
sanmıyorum.
sen yapabiliyorsan yerin mother teresa’nın yanı. hoş, rahmetlinin bile “acaba erkekle hayat nasıl olurdu” diye sorgulamadan gittiğini sanmıyorum.
………….
uber domestik arkadaşlarım, dostlarım var. facebook sağolsun, ilkokul, ortaokul, meslek lisesi, üniversite ve biçki dikiş kursu yıllarından tüm “eskileri” dijital ekranda derlemiş, 3-5 senedir “87 mezunları bu cumartesi Zurna Tavernada buluşup kusana kadar içiyoruz” geceleri düzenliyorlar. bu lafı sokmamın tek sebebi kuyruk acım çünkü ben bunlara katılamıyorum!
Abuk subuk bir hazırlanma maratonu. Saçlar yeniden şekillendiriliyor. meçleniyor, fönleniyor, kıvrım kıvrım kıvrılıyor! lise 2 yıllarındaki bedene girmek için 3 beden ufak korselere sığma çalışmaları yapılıyor. herkes “nasılsa alt tarafı 4 saat oksijensiz kalırsam ölmem” fikrinde.
amaç?
arkadaşlarıma saygı?
sanmam. onun gibi muhtemelen 15 senelik evliliğin rahatlığına sığınarak koyvermiş, çizgileri hatlarından belirgin, büyük ihtimalle grileşmiş, beyazlamış saçlara müdaheleyle diğer bayan arkadaşlara “siz 15 yaş yaşlandınız ama ben aynı yaşta kaldım!!!” gösterisi? o da olamaz. bariz salaklık. son açıklama ne olabilir?
erkeklerin işleri biraz daha zor. dökülen saçların ekilmesi için bu buluşmaların 8 ay önceden haber verilmesi gerekiyor ama bu buluşmalar genelde daha kısa uyarı ile vuku buluyor. bu nedenle yapılabilecek en maço-can hareket, göbeği örtmek için daha büyük boy kol saati takmak; hani mümkünse anneannemin duvar saatini kayışa geçirmek suretiyle panerai’lanmak.
………………..
oda ısısında her erkek aldatıyor. oksijene maruz kalmış her canlı, diyelim.
nerede aldattığı önemli değil. beyninde, kalbinde, ruhunda, cinsel organında, otel odasında, fuarda, sunumda veya Uzak Doğu’da “supplier ziyaretinde”…… kafede, restoranda, msn’de, facebook’ta, arkadaş ortamında, gece yatağa kıvrıldığında, uzun bir tuvalet molasında veya asansörde evine kadar çıkarken.
beyninden geçiyor.
ya da şöyle diyelim:
kafatasının içinde beyin denen organı taşıyorsa (bugünkü yazım beyin denen organı ihtiva eden kafalar için olsun; yarın diğerleri için yazarız), yolda önünde yürüyen ikoncanın altında nasıl duracağını, cafede servis yapan cici hanım kızın üstünde nasıl duracağını, arkadaşının 50 yasındaki karısını iki adet 25’likle bozdurmak suretiyle edindiği 2 yeni Rus Dili ve Edebiyatı hocasının önünde ve arkasında nasıl duracağını hayal ediyor.
etmeli de!
çünkü evde bekleyen karısı aynı şekilde durmuyor.
zamanında sadece renkleri birbirine uyan dantel iç çamaşırı ile endam eden karısının yerine gelen kadına bakıp bakıp düşünüyor. “ben bu kadını aldığımda, üzerinde başka bir kıyafet olduğuna yemin edebilirim. öyleyse neden sürekli aynı ev pijaması içinde yaşıyor son 7 senedir?”.
diyeceğim, diyemediğim, kıvırdığım, kıvırttığım şudur ki…. aldatan haklı. çünkü bünyede eksiklik sözkonusu. nasıl insan evladı vücudundaki eksikliklerden fiziksel olarak hasta oluyorsa, ruh ta üzerine yansımak istediği aksi, vücut istediği sıcaklığı, kalp istediği muhabbeti bulamayınca aldatıyor.
bunu illaha otel odasında ispanyolca veya rusça, uçak koltuğunda fransızca ve çatpat italyanca, facebook’ta nostaljice yapıyor diye bir kanun da yok. gözlerini kapayıp “acaba şu anda….” dediği anda yapıyor. ve aslında dua edin ki arada derede, mümkünse her yabancı lisanda yapsın. çünkü bir anda işi gücü bırakıp, istanbul üniversitesinde rus dili ve edebiyatı okumaya gidiyorum veya ispanyol kültürde kampanya varmış, “bir si’ye bir oui!” dediği anda bilin ki atlı birlikler üsküdar sınırlarını çoktan geçmiş; bavullar kapıda.
……………….
kimse kimseyi kırmak istemiyor. hiçbir erkek kasıtlı olarak karısının canını acıtmak amacıyla, hiçbir kadın, evimin erkeği diye 20 sene koluna takip dolaştırdığı kocasını 7 düvele rezil rüsva etmek amacıyla çıkmıyor bu yolculuğa.
bir ruh açlığı sözkonusu sadece. “elde değil”.
devamlı çalışan kocadan duyulan ilgi eksikliğine endeksliyor kadın sebeplerini. “bak” diyor, öbürü beni 20 senedir unutamamış! aramış, bulmuş, gelmiş. halbuki odundan hallice kocam neredeyse akşamdan sabaha ismimi unutuyor!”.
kuaför koltuğu ve cafe arasında yorgunluktan can çekişip evinde yemek pişirmeye hali dahi kalmayan kadına endeksliyor erkek te sebeplerini. “karım 10 senedir yanıma bile uzanmadı. halbuki o…. o bambaşka, istediğim herşeyi veriyor bana. bir de gülümsüyor ki beni görünce….” diye girişiyor açıklamaya.
geçen gün sordum, çok yakın bir dostuma.
neden? dedim. neydi seni öbür yatağa götüren?
“ruhum çok yalnız kaldı meggy” diye başladı açıklamaya, “karım bana vermiyor” şeklinde edebi açıklamalara girenlerin aksine.
gülmeyin…… bunu okuyan bazılarınızın (korkumdan birçoğunuzun diyemiyorum) karıları ve kocaları bu kadar net açıklayabiliyorlar bu durumu. ister tolstoy-esque bir lisanla gelsin karşıma, ister recep tayyip….. sorduğun zaman söylüyorlar. eskisi gibi kilitli kutular, mühürlü dudaklar, üzeri örtülü vaziyetler, anahtar deliğinden tahminler yok bu devirde. açıyorsun listeyi, tıklıyorsun gece 2’de bilgisayar başındakinin ismine, resmine, cismine…. ve 2 dakikanı alıyor “hayırdır?” sorusuna cevap.
kocası dışarda toplantıda veya iş seyahatinde…
karısı? ohooo, çoktan yattı bile.
“sen kimsin ki seninle paylaşıyor?”
inan, ben de bilmiyorum sebebini. uyku düzenim, diyelim. orada bulunup dinlemeye hazır oluşum diyelim….
”guard”ı düşük, paylaşma arzusu yüksek; erkek erkeğe konuşulandan farklı bir açısını anlatma isteğinde. istek ötesi; can atıyor!
zaten çoğu “paylaşıyor”.
“yazmıyor”.
(tırnakların içinde nasıl okunduğunu bildiğinizi tahmin ederek yazıyorum. yoksa sarçaşm 101 ile başlayın konuya).
hemen hepsi dümdüz, net, kıvırmadan, “as is” seriyor ortaya. bu budur, diyor.
istediğim bu; bulduğum bu.
aradığım bu, aldığım bu.
şöyle bana, ben ne yapayım?
…………………
hiçkimseyi ikna için bir sebebim yok elbette. herkes istediğini yapar, her insan evladı istediği şekilde yaşar. kendi çıktığım yolculuktan mütevellit, bana o kadar “doğal” o kadar olması gerektiği gibi geliyor ki, zaten oturup kime neyi anlatayım.
tek diyeceğim o ki…..
diyemiyorum işte, budur.
………….
buluyoruz, alıyoruz adamı. o pis sakallarına yüzümüzü sürüyoruz. o belki kıçına 2 beden büyük gelen “azmarka” jean’lerinin dizlerinde yatıyoruz. o şekilsiz saçlarına parmaklarımızı dolayıp, öbür elin parmaklarını da ellerine kenetliyoruz. gün geliyor, alıp kolumuza “gel sana yeni jeans alalım” diye önce “çokmarka” bir cinciye götürüyoruz (anladınız siz onu). sonra saçlarını neden meksikalı bahçıvan yerine, bilmemne otelindeki heterofemine kuaföre kestirmiyorsun diye soruyoruz. bazen cidden bilinen tüm limitleri aşıp yok omuzlarına ağda, ayaklarına pedikür, 3 ayda bir cilt bakımı, efendime söyleyeyim, fotoğrafçılık kursuna zorunlu 6 ay katılım derken bakıyoruz ki aldığımız adam etrafta yok.
en büyük zevki ortaköy’de bira içmek, geceleri beyoğlu barlarının biriden diğerine sekmek olan “serseri aşık’ı” şaraptan anlıyormuş gibi yapan pedikürlü salon beyefendisi yapıyoruz. kendimizce onu “adam” ediyoruz ama aşık olduğumuz adamı kaybediyoruz. zaten (aşkın geçici körlük olduğu hesabından yola çıkarak) zaman içinde aşktan meskten de eser kalmamış oluyor. boğaz’a karşı uygun kadehinde içkisini yudumlayıp the economist okuyan adamı birkaç saatliğine evde bırakıp kızkıza doğumgünü kutlamaya kaçıyor ve beyoğlu’nda bardan bara seken pis sakallı, eski püskü kotlu, dağınık saçlı bir yakışıklıya çarpılıp eve geliyoruz.
“neden?”
“kocam beni böyle heyecanlandırmıyor!”
e, oynamasaydın adamın fabrika ayarlarıyla!
………….
(var var, devamı var. soğuk su molası veriyorum)