çatlak
bu yazıyı yazmıyorum; yazamıyorum.
anlatmıyorum, çünkü anlatamıyorum.
gözlerinizin önünde sureti var fakat aslı yok.
çünkü içeriği yok.
çünkü yukarıda gördüğünüz selfishly exhibitionist’in selfishly private yönü dökülüyor bu sefer.
beni sizler varettiniz fakat bu detayı öyle kendime saklayasım var ki….. duyamayacağınız için, bu nefes kesici filmi benle seyredemeyeceğiniz için aslında üzgünüm.
elin parmakları ile saymak istiyorum ama tek elin parmaklarını geçmiyor nefesi kesilenlerin.
hikayeyi dinlerken ayakta duran ve geri el yordamı ile oturacak yer arayan,
dudaklarından ufak bir çığlık dökülen
duyduğu coşku, içten sevinç, tatmin ve hayranlıktan gözleri nemlenen iki üç kişiden biriyseniz ne ala. yoksa…. hay allahım, ne yazayım ki?
yaşadığınız mutlulukları, talihsizlikleri, çelişkileri veya öfkeleri bilemem.
geçirdiğiniz kötü günleri ancak benimkilerle karşılaştırarak perspektif edinebilir, heyecanlarınızı ancak sesinizin desibelinden çıkarabilirim.
hayata dair memnuniyet çizelgesinde 0-100 arası bir parantezde gidip geliyorsak eğer….. bence averajda hepimiz 40-60 arası sallanır, 2 kadehten sonra düşmemek için 70’e dayanır, 3 kadeh ve mutlu sonla 80’i görür, keyif verici maddelerle sahte 90’a çıkabiliriz.
en kötü günde aç isek komşu, parasızsak bir akraba, boşanma arifesinde taş gibi kız arkadaşlar, vapuru kaçırmışsak ta deniz otobüsü koşar yardımımıza. en dibe vurduğumuzda çizelge puanına 40 dedim ama amcam sizi yarı yaşınızda, duble boyunuzda bir çıtırla aldatıyorsa (nerden taktiysam bu aldatma olayına?!) siz onu 30lara bile çekin.
özetle ne dedim, bunca kelime ve rakamla kafa karıştırarak? en dibinde 30’a, en zirvesinde 90’a vurur moral ibresi sallana sallana.
birkaç derdi birden yastığınızın altına sokmuşsanız eğer… ibre, ayarı bozuk bir metronom gibi oynar oradan oraya. hiçbir tempo tutturamaz, ne bir enstrüman çalabilirsiniz, ne de poponuzu sallayabilirseniz ritimle.
olmadı mı olmaz bu meret.
niye yazıyorum bunları, içerik yoksa? az biraz sabredin de açıklayayım!
geçen haftaydı. alelade bir günün, alelade ortası. alel-adi bir gün.
uyandım, tepede aynı güneş; ayağımı yere bastım, yerde aynı hali…
aynı mutfakta aynı çaydanlıkta kaynayan şu…. bir de bayarcasına aynı derecede kaynamaya başlıyor hergün tabii!
kahvenin tadı , perdenin kıvrımı, yerdeki meydintörki taşların soğukluğu aynı…
ev 2 çocukla 1 gün daha yıpranmış, duvarlarda biraz daha fazla çizik var fakat neticede aynı.
elde kahve fincanı, gözler dalgın, çıplak ayak bahçeye doğru bakıyorum.
gün içinde olabilecekler hakkında hiçbir tahminim, fikrim, hissim, düşüncem yok. aynılıktan bıkkın, rutine bozuk atar bir tavırla içiyorum kahveyi.
sen misin monotona takan, rutine bozuk atan?
kısa bir süre sonra bir telefon geliyor. biraz dinliyorum. konuşmanın orta yerinde dinlememeye karar veriyorum.
duyduklarım o kadar karanlık, o kadar kasıtlı acıtıcı, o kadar haince ki…..
lanet etsen yerini bulmaz; küfür etsen kim sallar?
ayak ucu sabırsızca parkeye vuruyor, gözler sabit bahçede ama film kopuk.
nefes almayı deniyorum, bakıyorum teneffüs yolları halen açık fakat ciddi bir sancı var. ciğere sivri uçlu bir yabancı madde saplanmış gibi.
life, as I know it, is over diyorum kendi kendime.
bildiğim şekliyle hayat artık sona erdi. bundan sonra başka format, başka yol, başka yön, başka hedef olmalı. iyi de nasıl?
telefonu sakince kapatıp aşağı bakıyorum. ayağımın altındaki parkeden bir anda yerin 6 fit aşağısını görüyorum. oraya girmiş ve de kıvrılıp uzanmış gibi. biliyorum ki birkaç saniye huzurla gözlerimi kapatırsam, orada kalacağım. çığ altındaki gibi. soğukla uyuşup birden ısınmaya başlamak.
birazcık kapatayım gözleri; çok az… çok çok az…. etrafa zarar çözüm değil; sıçramak, fışkırmak, çamurlamak, pislemek, ortalığı batırmak ta çözüm değil. hepsi nefse zarar.
derin nefes.
iyi olacak.
tekrar et.
iyi olacak.
çok iyi olacak.
seni öldürmeyen şey, ancak güçlendirir.
evet oldu.
onun için bugün buradayım.
derin nefes.
yavaşça klavyeye değiyor parmaklarım. uzun zamandır enerjimi, uykularımı, gecelerimi çalan ve karşılığında bana elinden geleni veren, fakat elinden gelenin bana yetmediği insanın adı geçiyor aklımdan. tıklıyorum usulca…..
yaz kızım:
ben yoruldum. yıprandım. acıdım. acıktım. üzüldüm. uykusuz kaldım. bekledim. düşündüm….
düşündüm ki artık yorulmak, yıpranmak, acımak, acıkmak, üzülmek, ukusuz kalmak, beklemek ve en önemlisi düşünmek istemiyorum.
send?
send!
klavye gözyaşından kısa devre yapmak üzere. çivi çiviyi söker hesabı….. bu acı, geridekini unutturabilir.
derin nefes?
yok artık, nefes te alamıyorum!
(bu etapta kendinizi benzin döküp yakmadıysanız, yazının kalanında yakacağınızı sanmıyorum)
elma’min hoparlöründen e-mailin uzaydan sekerek kaydığına dair sesi duyuyorum. mail gitti.
geri alınır mı?
alınmaz.
telefon çalıyor.
açıp açmama arasında tereddütteyim çünkü telefondakinin ağladığımı görmesini istemiyorum!
buralardan biryerlerden geliyor. numara tanıdık değil ama tanışalım mı?
sessizce alo diyorum.
sıcak merhabalar. napiyordun?
hiç öyle oturuyorum. sen?
ben de birşey yapmıyorum.iyi misin?
eh…
sesin iyi değil gibi sanki?!?
evet, kötü birgün…. hayatımın ilk 39 senesinde en kötülerinden diyelim. top olmasa da zirveyi zorlar, iddialı!
n’apıcaksın?
hiçbirşey, evdeyim.
sen?
bilmem…..
biliyorum.
bildiğini biliyorum.
bildiğimi bildiğini biliyorum.
soru?
çarşamba.
ok
“hiçbir fikrin yok değil mi ben kimim?”
var aslında. hatta fikir değil, biliyorum kim olduğunu!
hmmmm… öyleyse? günün akışını değiştirelim mi?
o saniye kalbimin göğüs kafesimden aşağı kaydığını, kaburgaları sıyırıp bulduğu ilk boşluktan dışarı fırladığını hissediyorum.
saçma bir acı duyma halinden, saçma ötesi bir şaşkınlık, hayret, sevinç, dehşet, kaybolma, panik, yükselme haline geçiyorum. Evet evet bu işte; levitasyon bu! Nefesim kesiliyor yine. O Allah’ın cezası nefes, nerde bir durum bulsa, oracıkta kesiliveriyor işte. Henüz yerine gelmemişken, kesilmesi biraz daha fazla acı veriyor!
kulağıma çarpan sesin kulaklarımdan beynime sızmasını, sınır uçlarını dürtüp “duyarak inanmayı” istiyorum fakat ne mümkün.
takip eden 20 dakika içinde üzerimdeki kıyafetle duşa girmek ve aynı anda son derece koordine olmayan bir şekilde simültane saç fırçalama-diş fırçalama aksiyonlarını deniyorum. tavsiye ederim. elinizi saat yönünde çevirirken ayağınızı aksi saat istikametinde çevirmeye benziyor bu. tam bir rezillik! aynada ne yaptığıma bakıyorum. kendimi göremiyorum.
hissettiğim mutluluk üstü bir durum olduğu için… eh az öncesi de çelişkili bir duygu fırtınası olduğundan beyin kısa devre yapmış vaziyette olduğum noktada taşların üzerine oturuyorum.
geriye dönük düşünmeye çalışıyorum.
hayatım boyunca böyle bir heyecan duyup duymadığımı, böyle ani bir sevinç yaşayıp yaşamadığımı, beynime daha önce bu kadar karıncanın girip aynı anda eğitimsiz bölük kıvamında yürüyüp yürümediğini hatırlamaya çalışıyorum… yakın geçmişte yok. uzak geçmişte de…… yok.
duştan dışarı adım atıp yerde suların ayaklarımın etrafında birikmesini seyretmek istiyorum sakinleşerek. Ayaklarım yerden havalanmış, levitasyon model duruşumla sular ayaklarımın altına giriyor damlayarak. Yere basmıyorum. Basmadığım gibi kalbimi de elime almış turuncü şekilde kan pompaladığını görüyorum.
BMW… 0-100 mph in less than 5 seconds….
Yerin dibinden bulut üstüne…. 10 dakkanın altında.
……….
Anlatamadığım yazıyı burada toparlamak zorundayım. İçeriği olmayan birşeyi bu kadar uzatmanın manası da yok. Önce önce daralıp, büzüşüp, sıkışan kalp, gönül, yürek üçlemesinin (Kieslowski) beyinle birleşerek daha sonra genleşmesi ve genişlemesi ciddi çatlaklara yol açtı.
Bulabildiğim tüm merhemler, bilebildiğim tüm yöntemler ve bende yarattığı tüm ilhamlarla…
Şimdilik gülümseyerek,
Meggy