mavi
bir resme bakakaldım gece.
uzun yıllardır baktığım bir fotoğrafın başka bir versiyonuydu sadece. yine mavi beyaz, yine begonvil, yine iç açıcı, sıcak, delirten.
bıkmadan usanmadan baktığım ve hayatımın kalanında da bakabileceğim bir resim. duvarıma boyamak, bilimum eletronik alet edevatımda masa üstüne yapıştırmak, posterine, yağlı boyasına sahip olmak ama daha da gerçeği içine girip yaşamak istediğim bir resim.
belki de seninle.
bilmiyorum gördüğüm kadar davetkar, istediğim kadar baştan çıkarıcı, içine girildiğinde çıkmak istenmeyecek kadar keyifli mi?
şu anda benim için öyle.
üzerimdeki bütün…. bütünnnnn dünyevi ağırlıkları atmak adına, benim için ütopya orası.
tek parça ile yasama arzusu.
tek bir çift terlik, tek t-shirt…
tek havlu ve tek mayo.
tek tencere, tek tava, birkaç adet çatal, bıçak, bardak…
belki tek bir sandalye, tek bir koltuk…
hatta tek kişilik yatak ama (eh tanıyorsan beni biliyorsun o kadarını) tek bir apple.
o ufak patio var ya… teras. ve de tek başına duran, kanvas, yönetmen sandalyesi güneşin 2 günde soldurabileceği….
korkunç aylak bir gün sonrası deniz kenarından 1800 basamağı tırmanıp onun üzerine
serilmek nefes nefese.
kana kana susamış bir vaziyette.
meyva?
hmm… ne olabilir ki? sulu bir şeftali veya buzzz gibi bir karpuzdan başka birşey geliyor mu aklına? hah, kiraz tabi. nasıl unutabilirim? kan kirazzzz……
mayonun ıslaklığı pareoya geçmiş; üzerimden sıyrılıp o beyaz taşın üzerine atılıyor usulca. yarın aşağı inerken bele bağlanabilecek tek şey o.
en ucuzundan 1-2 dolarlık parmak arası terlikler de fırlatılıyor kenara. herşeyin üzerinde denizin tuzu. ve o manyak kokusu.
2 pencere açık, içerdeki perdeler rüzgarın canı isterse de eserse azıcık sallanıyor… ama fazlası yok.
tezgahın üzerinde bayatlamaya yüz tutmuş tek çeşit köy ekmeği…küçük buzdolabında tek çeşit peynir…. ve mümkünse 5 çeşit meze yapabilecek kadar malzeme.
hayır, et için mangal yok demek istiyorum ama misss gibi ege’nin balığını fırında yapacak hal de yok. o zaman yeşil salatayı yıkayacak bir süzgeç, tek göz kadar bir mangal….
köy evinde yapılmış, 3 kuruşa alınmış, adanın merkezinden kapılmış, gün batımına karşı açılmış bir şişe isimsiz cisimsiz şarap.
house wine’in en güzeli.
yani belki üzümünü bile tahmin edemezsin ama çok güzel demler seni… lokal anastezi.
içeride yapılmamış bir yatak var muhtemelen.
asla renkli çarşaf yok mesela bu evde. bembeyaz, taptaze, serin çarşaflar var birbirine dolanmış.
sabah yataktan çıplak ayak terasına çıkarken gün doğuşunu görmeye, özensizce üzerine sarmaladığın mis kokan çarşaflar…
yatağın kenarından yere değen bir de beyaz pike.
tabiki yerlere düşmüş beyaz yastıklar.
bembeyaz duvarlarda yetmezmiş gibi yine mavinin resimleri asılı eğri büğrü…. adanın ismi cismi yok. en güzeli bu. hepsi gibi. diğerleri gibi.
yerde dağınık birkaç roman, isimsiz.
belli belirsiz çalan müzik, isimsiz.
şarap gibi.
komşu çatılardan, teraslardan gelen müzik te var elbet onlara takılıp gitmek istersen. ama benimkinde hakiki, damardan, sapına kadar bir ege ezgisi var. türk’e mi yunan’a mı ait olduğu belli olmayan ama ilk notasında direkt “hah bizim müzik!” diyeceğin. öyle içinde elektroniği, hipi hopu, ipi sapı yok. orda olduğunu belli etmeyen ama sarmalayan bir müzik işte. bulursam takarım yazının peşine bir melodi birgün; anlarsınız beynimin kıvrımında iz bırakmış olanı.
tek kadeh kırmızı, terasta, yerde beklerken tek balık tek göz kadar mangalda…kılçıklarına kadar lezzet oluyor.
ve közlenen patlıcan, tek bir limonu bölüşüyor tek baş yeşil salata ile.
tuzlardan arınmak için yerdeki gideriden şu akan köşeye sığınıp evin tek beyaz sabunu ile yıkanıyorum ben burada.
hani, soru işareti dahi olmasın diye de ilave ediyorum, sular damlarken sarıldığım, sarındığım havlu da bembeyaz…
beyaz bir tshirt…. beyaz bir şort…. başka da birşey tamamlayamaz ege güneşini. hah belki belki beyaz efil efil bir elbise. zaten dolapta tek olan elbise. onu geçiriyorum üzerime muhtemelen. askılarından, omuzlarımdan üzerime akıyor.
…………………..
zaman o kadar ağır akıyor ki bu terasta, bu evde….. kapının onudeki begonvilin günde kaç yeni kırmızı çiçek verdiğini sayabiliyorsun sanırım. dökülmüyor üstelik çiçekleri. sadece daha çok sarıyor, sarmalıyor. tercihim derin mor rengi olanı; onu da terasın içinde bir saksıya ekerim artık.
yağmur yıkamayacağına, sabunlarla da silmeyeceğime göre, beyaz kireç zemine bakıyorum, evi çevreleyen. sadece keyfime her ay bir kat daha boya atabileceğim… sakız gibi. missss gibi.
düş alınmamış, 1800 basamak ta öldürmemiş olsa tırmanırken… tekrar koşabilirim günbatımı denizine. mükemmel derecede şu, olağanüstü tonda mavi… şeytan da dolduruyor hergün. bırak balığı, patlıcanı kömür olsunlar, kaçırma üzeri kırmızı, altı mavi denizi diye….
onun yerine göze ṣölen, mideye bayram, ruha ilaç niyetine şu damlacıkları üzerinden akmamış salatayı ellerle yırtıyorum, keskin rokayı da atlamayarak.
adaya yakışır kırmızı soğan. bir dilim beyaz peynir tek başına. ay tek başına olur mu ayol? yanına da yavuklusu kavuncağızım.
ota boka maydanoz. kocaman bir demet hem de! yanında bir limon dilimiyle. neme lazım, yenir elbet.
nane? e o da her boka.
herşeyin üzerine de amaçsızca gezdirilen, her derde deva, ilk soğuk pres yeşil mi yeşil bir zeytinyağı.
şarap gibi isimsiz şişesinden.
rakı mı çekti canın bu meze düğününe?
takıl. ben isimsiz şaraba devam.
masaya dizilmiş, keyiften erimek varken, yönetmen sandalyemi çekiyorum muhtemelen taş duvarın kenarına. elbisenin eteklerini diz üstüne sıyırıp, çıplak ayak bekliyorum alev kırmızısının denizin dibini boylamasını.
ama sonrasında?
……………..
sonrasında öyle içmeliyim ki bu terasta.. tek başıma dipten kum çıkartmalıyım.
karşı kıyıdaki türk köyünü görüp, saz sesi duymalıyım.
tek başıma sirtakiye niyetlenip, onun yerine kalbimle beynim ilk defa elele tutuşup halay çekmeliler bu evde… bu terasta.
ziyan olabilmeli herşey bu akla ziyan ortamda.
ben de orada ölebilmeliyim.
ruhumu da maviye bırakabilmeliyim vasiyet olarak.
…………..
bir an düşündüm ki bu yazıyı aniden burada kesmek isterken…
belki de hayatımın geri kalanını bunu başarmak için yaşamalıyım.