MEGGYOZYEL

When I'm good, I'm very very good but when I'm bad, I'm even better

erotik-ist

erkek olsaydım, yazardım.
erkek olsaydım çok şey yapardım ama öncelikle yazardım.
içimden geldiği gibi yazardım hem de.
ağzımdan çıkan kelimelerde “ayıp, ayıp, hiç bir kadının ağzına yakışıyor mu böyle sözler?” aranmazdı.
sorulmazdı bu lafları nasıl söylemeye cüret ettiğim….
onun için alter-egomla yazıyorum.
adı Ali olsun.
benim daha edepli yazı daha sonra birgün çıkar elbet.

………….

içinde yaşarken değil fakat turisti olunca çok farklı gözlerle bakar oldum şehristanbula.
pisliklerine değmeden, üstüme bulaştırmadan üzerinden zıplayıp atlama lüksüm vardı.
çamuru bulaşamadan ortaköy’ün kırık kaldırımının, uçağa binip steril ve plastik, zorlama oksijen, melekler şehrine dönmek durumundaydım zaten.

barbie bebek los angeles.
nip-tuck!
tash gibi göğüsler ve kalçalar!
mükemmel ölçülerde kalıptan dökme, caddeleri bulvarlarına paralel, sokakları ara yollarına dik, sınır bozucu bir estetik, bir düzen;
8 şerit çevreyolu, trafik ışığı ve Dur işaretlerine endeksli silikon şehir….

budur zaten uzaktan hayran olduğunuz!
medeniyet diyorsunuz ya adına siz.
gelin bizim gözlerimizle görün.

halbuki ben öyle bir şehirde doğup büyüdüm ki….
barbie olsun, gebersin, ruhunu satsın böyle kadın için!

istanbul.

yosma.

orospunun allahı.

gerdanına kuleli’yi takmış, ışıkları yakmış, gelene geçene göz kırpan…. bildiğin yosma!

her tarafında bir hüner, bir numara gizli.
bir kere, kokuyor.
sabun, deodoran, parfüm değil…. ten kokuyor.
evet zaman zaman ter kokuyor ama yosmanin kokmayacağını kim söyledi?

kokularının içinde kayboluyorsunuz.
iyotla kestane, ıhlamurla simit,
hali, kilim, seccade üstünde binbir baharat kokuyor.
amber, misk, ıhlamur… sakız, tarçin, karabiber…
göbektaşi üstü, kurna yani ve tellak altı…. şu buharı, rutubet buram buram.

tavşan kanıyla, bakır cezvede az şekerli
balıkçısında kızarmış ekmek, haydarı, kalamar, karides ve ahtapot
cila için kaymaklı ayva ve künefe
hepsi koltuk altı terli gençten…

döner, lahmacun, kokoreç, ve sucuğu fazla kaçırınca sarmısak kokuyor.
tiksinerek burun tıkamak istiyorsun yoşmaya ama kendin yerken o kadar güzel ki!!!
kabul et… demiyor musun, kimse görmeyecek, ilişmeyecek olsa yanıma bugün, yarın…..
ben de yumulsam taratorlu midyeye bu karı gibi..

o rahat. kendinden emin. umurunda değil gelen gecenin.
bu tip endişeler teğet geçiyor istanbul’u.

sonra dağınık.
pejmürde. pis. salas. hatta harap…
köprü altları var, yağmur suyu görmemiş.
arnavut kaldırımları var, son 5 sonbaharın yaprağı üstünde.
taşan dereleri, taşlarına oturup müzik dinlediğin harabeleri, girmeye çekineceğin karanlık, arka sokakları.
trafiği var, bir o yönde bir bu yönde giden, darmadağınık.
boynundan girip koynundan çıkamıyorsun yanı.
olmuyor.
illaha onun istediği pozisyon olacak.yaptırımın yok kaltaga.
erkek egemen takılan birkaç dikine gökdeleni var ama onun gözlerinden bakarsan gördüğün paso çingene mahalleleri.
ne kadar yüksekten bakarsan o kadar kenar mahalle görüyorsun hem de!
çingene, teneke, varoş….
köprü köprü sıkmaya çalışmış korseyi ama taşıyor, fışkırıyor. her yerinden kalabalıklar, insan selleri….
bir ilmek daha açılacak yakında.

aleme oturdu mu nadide sultan…. çok fasıl bir sesi var.
her telden.
kakofonik!
çığırtkan satıcısıyla, sulukule
suada’dan gavur müziğiyle beyoğlu pavyon arabeski karışıyor birbirlerine..
taksi kornaya basıyor, otobüs kornaya basıyor, minibüs kornaya basıyor….
yükseliyor, yükseliyor, gerdanından, boğazından damarları çıkacak gibi oluyor
tamam! kreşendoya ulaştık derken son nota boğaz’ı yaran tankerden, ciyak ciyak!
hala susmuyor akorsuz cazgır.
sussun isteyip bir yandan da kulak kabartmayı kesemiyorsun.
basın çatlayacak gibi olduğunda, erkenden boğaz’ın kıyısına iliş; sandalın altının şu ile temasını dinle.
açılan kepenkleri, balıkçının önündeki kedininin mirmirini….

ısırmak, tatmak istiyorsun, o kadar cilveyi
öpmek, yalamak, yutmak istiyorsun, o kadar şehvetli…
bütün fırınları karbonhidrat, kalçalarına yerleşmiş… poğaçalar, açmalar…. ahhh ay çöreği 🙂
kebapçılar protein, balıkçılar ömega-3… bir de işkembe var, hiçbir halta yaramayan, shirden!
kelle, paça, döner, kokoreç,
sakızlı muhallebi zeynel’de…
abdullah efendi eski dostu olur, beyoğlu’nda.
o kadar albenisi vardır ki, elini cebine atmaz kevase!
balık ekmeği de bedavaya yer tekneden, şamdan’da da bulur ona ısmarlayacak herifi.
lakin tadı damağında kalır her lokmanın.
onu tattıktan sonra günlerce dudaklarını yalarsın dilinin ucuyla. bitmesin.. bitmesin diye.

sallar kalçaları ama dokundurmaz namussuz kendine…
açmış 2 bacağı, arasından tekneler, vapurlar, tankerler geçer yalılarına teğet….
beklersin sıra sana gelecek ama önce köprü geçiş ücretini ödemen lazım!
el değmemiş bakire gibi davranmak ister her seferinde ama görürsün cami yıkılmış!
mihrap yerinde dercesine nişantaşı, etiler, ulus, bebek…..
elinde kağıthane
belinde Kemer…
kırıta kırıta, ağır ağır çıkar cihangir yokuşlarını.

o kadar tahrik eder ki sillik seni,
ellerini tutup gözlerinin içine bakmak kesmez.
kolundan sürüklemek, çenesinden kavramak, hoyratça öpmek, belgrad ormanı’nda tenhalarda sıkıştırmak istersin!!
vermez!
naz eder, niyaz eder, başı ağrır, kıçı ağrır.
deprem oldu, dağıldım; sel bastı, başka zaman…..
ya zorla alırsın
ya sabaha bırakırsın…..

her halükarda en büyük zevk sonrasında bir sigara tutturmek kız kulesine karşı.

bitmedi, bitemedi bu yoşmaya şehvetim
bir ömrüm daha olsa onu sevmeye, sevişmeye yine onu seçerim…

yine onu seçerim.

Related Posts

kuştüyü
camera obscura
Yazar