ihtimal
aylar geçmiş üstüne.
ağustos ‘09u harcamışım fütursuzca oralarda,
gidip gelip ruhumu züccaciye, kırtasiye, tuhafiye… gibi ağğğğğzına kadar doldurmuşum.
yedirmişim, içirmişim, beslemişim….
uçağın tekeri de yerden yırtılır yırtılmaz başlamışım kelimeleri dökmeye kafadan.
hani o gazla kaside desen kaside çıkacak, mesnevi desen mesnevi.
gazel, rubai, mürabba…. düz yazı, türkü, ağıt… ilahi ve nefes. ne kelime çıkarsa ağzımdan, istanbul dedin mi edebiyat oluyor küfür olacağına.
halbuki anasına avradına bir şehirden bahsediyoruz; şakası yok!
kafadan bodoslama giren, hiçbir zaman sabaha bırakmayan bir şehirden.
aşiyan’da okşayan, beyoğlu’nda sıkıştıran, nişantaşı’nda üzen, etiler’de gezen…..
boğaz’ında alenen düzen bir şehirden.
tenhalarına girilmemesi gereken, girildiği zaman da kaçınılmazı hatırlayıp, uzanıp keyfini çıkarmanız gereken bir şehirden.
istanbul.
beyin iğfalı.
tahammüden ruha tecavüz.
…………………
kaldırımı her daim çarpık,
Cadde’de kıçı başı açık
başörtülü ama geçmişine unutkan
çarşaflı ama elaleme kırıtkan
esrarkeşin şehri.
tinercinin cenneti.
dilencinin cumhuriyeti.
hayatımda yolum düşmedi ve girmedim ama el verseniz de girsem zürafa’ya.
ilk deneyim, istanbul.
en basitinden, en berbatından, en leşinden….
ama üzerine 100 tane daha bedava ‘veren’ geçse, en unutulmayanı ve en çok anılanı, anlatılanı…
bitmeyen askerlik anıları gibi.
toplayıp etrafınıza bir düzine abazayı….. nasıl çıktığınızı anlatmak mehtapta….
heybeli’ye.
istanbul deyip yemeğe değmeden, fasıl geçmeden duramıyorum tabi. öyle bir yer ki o bana….
acıkana kadar yeme, susayana kadar içme isteği lanet olası.
zayıflamak istersen ağzını diktir. yoksa otur kebabını, balığını, mezeni,… lokmanı, simidini, suböreğini…… üzerine sokakta kestaneni, mısırını, taze cevizini zıkkımlan.
sonra akortsuz başla çığırmaya…
bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin bu şehirde…
doldur be doldurrrrr…..
hayır!
susuz.
buzsuz.
………………
buralarda karidesi alırlar da sırtını inceden yarıp damarı çıkarırlar. böceğin içinde taşıdığı pisliğini temizleyip koyarlar sofraya yani…. pisliği demem de kahrolası nezaketimdendir.
lakin istanbul bokuyla güzel bir şehir. kendi pisliğinde güzel. al işte parlat tünel’i, yıka nevizade’yi, 2 çalkala durula pangaltı’yı, bomonti’yi…. neye benzedi?
antika gümüş, sedef ve kıymetli taşla bezeli hançerin pırıl pırıl parlamış halini düşün.
o hava ile teması, o hayal etmesi bile güzel, saplandığı yürekten ucuna aldığı kan damlası, o tutan elin kiri, lekesi, pası olmadan ne anlarım ben o hançerle gebermekten.
eski eskiliğinde güzel.
yenisi zaten 3 kuruşa akmerkezde, istinye’de.
bak işte dönüyorum dolaşıyorum, şair yapıyor beni bu kahrolası yer.
en beceriksizinden hem de.
kelime fukarası kesiliyorum. ben oturup meydan larousse’u elle yazma isteğindeyim bu kaltaga; bilgisayarım google kesiliyor… yalnız “keywords” çıkıyor klavyemden.
ne yazılmış kaderde de, burada son bulmuşuz; sonun devamı nerede yazılacak bilmiyorum.
şu anda melekler şehri – istanbul, git gel 24 saat!
ne meleğine yar olabiliyoruz bu yaştan sonra ne şeytanına.
eh, yak diyoruz o zaman herşeyi. yak köprüleri bitsin gitsin. ama kimi yakacaksın? neyi yakacaksın?
bir mekan lazım bedene. lakin işte bedenin içindeki ruh gidip geliyor o yolu mütemadiyen. kabına sığmıyor, sığsa da huzur bulmuyor.
hatalı paslaşma, kısa devre var bu iki şehir arasında. biri organik, eğri büğrü, kokuşmuş. diğeri pahalı market mali. herşey aynı boy ve pırıl pırıl, dökme kalıp.
birinin elinde kırbaç, öbürünün kelepçe. işkence altında mahkumsun ikisine.
işledi bir kere derine. ne kadar yıkansan çıkmıyor.
ur gibi, irin gibi çıkmıyor ameliyatsız.
beyin desen hepten vermişiz eline.
al işte, 9 ay sonra doğum sancıları yaşatıyor yeniden…
9 ay olmuş geleli…… 10 güne kalmaz daha arabeski çıkar bu satırların içimden.
ama merak etmeyin.
her zamanki gibi yaparım. iyiyimiş gibi yazarım.
sonra girer, bir daha dinlerim “bir ihtimali”.