kurum
pis birşey, tabii. ama farzedin ki ben çok daha pozitif bir anlam yükledim kelimeye.
hani üstünüze yapışan, suyla sabunla dahi çıkmayan, herşeyde nokta nokta leke bırakan….
ciğerlere işleyen, hasta eden, gözenekleri tıkayan…
gittim geldim.
tıkandım.
her gidiş geliş aynı oluyor. çift yürekliler bilir.
böyle uzaklarda yaşayınca, bir de kökler sağlamsa; hep sallanır, dalgalanırız ama kökler bırakmaz uçup gidelim.
eski bir yazı vardır bir yerlerde, zamanında karaladığım, bulursam derinlerden çıkarırım.
hep korkup, nasihat etmişimdir çünkü benden sonra gelenlere. aman ha, cereyanda kalmayın, üşütürsünüz, hasta olursunuz diye.
hah, o cereyan yazısını bulup çıkartmalı arşivlerden.
ama şimdi bugüne…
başta bavulu açıyorsun kardeşim, zaten buram buram istanbul.
nikotin var, kahve var, duman, rutubet, toz var.
siyah t-shirtu çekiyorsun, o günkü muhabbetten izler var.
yıkanmadan getirdiğin jean’lerde vapurda kaptığın çay lekesi,
mor v-yakalı elbisede, sigara içmeyi bilmeyen bir salağın bıraktığı sigara yanığı var.
benim gibi bütün kederleri simide gömmüşseniz bir ay, eh susam da çıkabiliyor dipten!
okuyamıyorum, bitiremiyorum, içim acıyor sonra desem de e mutlaka alınmış birkaç türkçe kitap var bavulun kenarlarına enine sıkıştırılmış.
nefret ediyorum ağlak şarkılardan; bir sezen, bir işin karaca, bir sertab, insanı şarkı sözleri ile rahatlıkla kanser edebilir
ama yine de türkçe müzik çıkıyor tabii bavuldan.
amerika’daki market yokluğundan mıdır nedir…
raflardan dökülen orzo yerine arpa şehriye, vermicelli yerine tel şehriye taşıyıp duruyorum.
138 memleketin en kral yağları varken, kırlangıç, komili filan cezbedebiliyor beni….
hele bu sefer!!!! taktım mı pınar tereyağına?!
illaha bir yolunu arıyorum, eritmeden pınar getirmenin.
mezecideki amca da “ablacım, kargo bölümü çok soğuktur; verelim 3-5 paket. olmaz birşey!” deyip inceden pazarlamacılık yapıyor.
çok değişik bir seyahattı bu seferki.
çok eskileri destim; çok gerilere gittim.
sokakta tamamen tesadüfen rastladığım, beni buralardan kazımış, çıkartmış ve en az 20 senedir merhabam dahi kalmamış bir düzine insanla sözleştim.
hayrettir, araştık.
araşmakla kalmadık, buluştuk.
buluşmakla kalmadık, tekrarladık.
tekrarladık.
tekrarladık.
bir iz bıraktıysam bu dünyada, teşvikiye’de bir cafede, tahta sandalyededir.
o kadar derinlere girdi ki sohbetler, o kadar desildi ki “bugün”, yemin ederim, o tahta dile gelebilir!
eskiyi konuştuk, amerika’yı konuştuk…. “neden türkiye’ye dönmüyorsun?” diye son derece gereksiz konuları bile konuştuk.
evliliklerden dem vurduk; varsa çocuklardan, yoksa gelecekten….
“ah bir bilsen, ne kadar kötü burada şartlar. herkes kan ağlıyor. iş yok, piyasa bok. çocuklarımız ne yapacaklar? kimsede huzur kalmamış!”
“e, bunun için mi bana geri dön diyorsun türkiye’ye?!”
kısa mesafelerde seyrettim hep. çemberim deniz aşırı ada, istanbul sınırlarında da nişantaşı ile sınırlı kaldı.
yani İDO ile çok hasır neşirdim.
deniz otobüsleri.
akbil’ini artık gişeye gitmeden, ama inatla kredi kartı da almayan otomat makineden doldurabiliyorsun hani!
peh peh.
haliyle kısa mesafe de olsa, in-bin 5 liraya (burada yaşayanlar için halen 5 milyon!) 60 kez taksiye bindim.
hard-core cumhuriyetçisinden hacısına, rocker gençten hocasına kadar her tür taksici amca ile dipten kum çıkarttım.
zaten istanbul seyahatlerinin en lokum yeri de bu taksi sohbetleri. üzerine kitap yazılır!
çok naziklerdi hemen hepsi; bayıldım sigara içilmeyen taksilerine. bir tanesi hariç. yedi ceddine küfür modunda, kronik asabiyet indirdi beni nişantaşı’nın göbeğinden beşiktaş vapur iskelesine!
o kadar tavan yapmıştı ki asabiyeti, kabataş deniz otobüsü iskelesi yerine beşiktaş vapur iskelesine 5 yerine 10 liraya ulaştırdı beni sağolsun.
sonra da, “amcam, niyet doğru ama destinasyon yanlış! kusura kalma!” deyince kabahat benim oldu. gözünü yummuş nefes almadan küfür edersen ramazan ramazan, olacağı budur.
allahtan yakaladık yine son taksim ada seferini, yıldız altı.
hah, bir gece kadim dostum nora’nın bitmek tükenmek bilmeyen ısrarları ile asmalimescit dedik.
ben beyoğlu çocuğuyum.
7 sene, istiklal caddesini trafikten yayaya, öğle yemeklerini konak’tan saray’a, gassaray mekteb-i sultanı erkeklerini efendiden deliye çevirdik!!!
kapaklı sıraların içinde şampiyondan kokoreç, mevsiminde can erik ve kantinden arak krakerler yedik.
tünel-taksim arası yürüyüşler günlük work-out idi.
o zamanlar beyoğlu sizin bugün bildiğiniz shishi beyoğlu da değildi üstelik. biz gençtik!!! sene 1988 🙂
ne diyordum da B.A.L. nostaljisine daldım aniden?
hah, asmalimescit.
asmalimescit’te hard core meyhane yapılacak, oradan bar bar hoplayacağız!
uyar mı?
uyar herhalde, nora’ciğim.
2 hanım halimizle giyip süslenip onbinlerin şaka gibi masa aralarından aktığı aşmalimescit’e geldik.
kelime dağarcığım yeterli olsa bir benzetme yapardım kalabalık için ama böyle bir tanım benim lügatımda yok. onun için geçiyorum.
eskiden rakı denirdi. şimdi yeni mi, eski mi, sakızlı mı hurmalı mı, klüp mu efe mi, burgaz mı istanbul mu…. amerikan usulü! ısmarlayana kadar iştahın kaçar gider!
cacık geldi; patlıcan salata, acılı ezme, kavun, beyaz, mercimek köfte derken….
bir küçüğün dibini dahi göremedik.
anladım ki bilmiyorum ben içmeyi.
tebrik ettim kendimi 🙂
dipsiz sohbeti müteakiben, buradan hangi bar’a? dedim kadim dostuma.
sırayla geçeceğiz dedi.
ud taksimi mi bu? ne geçiyoruz? bende yaş kemale ermiş. beni bir yere götür, tabureye bırak dinleneyim. ben kim, sek sek sekmek kim?
nu teras’ı seçtim.
senelerdir dinlediğim, istanbul’un ayaklar altında paha biçilmaz hali gibi yattığı o eski güzelim binanın terası.
meğer annem ve dayım çocukluklarını o binada yaşamışlar, orada büyümüşler!
şimdi bir kadeh proseccoya 36 milyon saydığımız o teras, annemin çocukluğunda yerde mermer yıkama tekneleri bulunan çamaşır alanıymış!
anlayacağınız eskiden çamaşır çitilenirmiş; şimdi çıtır ayıklanıyor.
ben nu teras’ı seçtim de, nu teras’ın bu konudaki fikri nedir?
olumsuz!
kapının önünde ben diyim 50, siz deyin 100 kişi bir kalabalık!
kapıdaki iri kıyıma göre ben diyim 1, siz deyin 3 saatte adım atamazsınız içeri.
varsa yoksa “elindeki isim listesi”.
iri kıyım bey! listeden haberimiz olsaydı, elbet erkenden arayıp yazdırırdık ismimizi ama şimdi çok geç.
buraya kadar da gelmişiz.
teeeee amerikalardan.
nora’m, “ben bu muameleye gelemem, yürü gidelim!” dediği anda bendeki oğlak inadı ağır bastı.
ya burası, ya ev, kaprisine başladım.
şımarıklığımdan bıkkın, iri kıyım bey’e gitti.
bakın, bizim bu listede adımız yok!
eee?
ama biz buraya girmek istiyoruz.
eee?
arkadaşım teeee amerikadan geldi.
arkadaşın nerde?
aha , süracıkta. boy 1,70, saçlar köyü kızıl, topukların üzerinde duramıyor!
kadife ip kaldırıldı ve bekleyen 100 kişinin önünden vvjjtt içeri kayıverdik.
ne yalan söyleyeyim, hayatımda çok az böyle onore ! ölmüşümdür 🙂
artık iri kıyım bey amca, o genç kalabalığın içinde yaşımıza hürmetten mi, yoksa çarpıcı güzelliğimizden gözleri kamaştığından mı ne, bizi içeri alıverdi.
içeriyi fazla anlatmaya gerek yok. annem ile dayımın zamanında değil binayı, tüm beyoğlu ilçesini alabileceğiniz fiyata tek bir kadeh prosecco alınıyor bugünlerde!
fazla deşmeyin diyor bardaki, sadece plastik kartı uzatın, ben çekerim…
gece hayatını geçelim.
gündüze bakalım.
benim gibi city by day, ısland by night yapıyorsanız, arkadaşlarla buluşmanın tek noktası cafelerdi tabii. sürekli yemek yenemeyeceğine göre, kafeine dayanarak beyinden yaylar çıkmış vaziyette, dakikada 130 kelime, hızlandırılmış conversation claşses!
memleketin taşı toprağı cafe. tam 2 dakika yürüyüş mesafesinde 1 starbucks, 1cafe costa, 2 cafe nero, 1 assk kahvesi, 1 zanzibar, 1 cafe wien, 2 tane de house cafe’nin bulunduğu nişantaş merkez seçim bölgesi benim de hedef bölgemdi tabii. bazen aynı masada, bazen de masa değiştirmek suretiyle aynı çatı altında ağırladım konuklarımı! ama doğrusu bütün dostlarım beni ağırladılar. buradan kendilerine defalarca teşekkür ederken tüm kalorileri şahıslarına iade ediyorum!
eee? nasılsın? neler yaptın???
son 20 senede mi? hahah… nerden başlasam…
bir nefeste hikayeleri anlattım.
bir ah çekerek hikayelerini dinledim.
yürüyormuş gibi görünen evlilikler, değiştirilmiş evlilikler, aldatan evlilikler, aldatılan evlilikler, açık evlilikler, tekrarlanan evlilikler, miyadı dolmuş ama cenazesi kaldırılamamış evlilikler, terapiste endeksli evlilikler, yalan evlilikler, ele güne karşı evlilikler ve süper evlilikler! artık dökecek yaş kalmadığından sadece başımı salladım ve kendimi evimde hissettim. aykırı değil, sürüdenim, dedim.
bir aktarda bütün tozları, otları, merhem ve ezmeleri kokladım.
ada iskelesinde balık yerken denizi
fayton turunda hanımelini
deniz otobüsü çıkışında taze süt mısırı
hünkar’da mis beğendiyi
açık hava konserde istanbul’u kokladım.
sürdüm, süründüm, taktım, takıştırdım, havaya spreyleyip altından yürüdüm, derin derin içime çektim, yastığıma damlatıp üstünde uyudum, içinde yuvarlandım…. her yanıma bulaştırdım.
velhasıl döneli 9 uzun gün oldu ve “kurum”un kokusundan, işinden, izinden kurtulamadım.
döndüğünde gözünden yaşlar gelen herkese söylediğimi, sessizce, içimden kendime tekrarlıyorum.
geçecek.
hep geçti…..
ama şimdilik satırlara hapsedip, biraz daha gözümün önünde tutmak istiyorum ….