MEGGYOZYEL

When I'm good, I'm very very good but when I'm bad, I'm even better

the immaculate guy

Güney Kaliforniya sıcağı. Buram buram. Senenin büyük kısmında bunaltmayan, parıldayan, üzeri açık arabaların yaşama sebebi, Los Angeles’ı film endüstrisinin merkezi olarak tutan güzelim Güney Kaliforniya güneşi.

Emrah Yücel baştan aşağı siyahlar içerisinde. Simsiyah. Bileğinde kolundan çıkarmadığı siyah deri bileklikleri, koyu renk camlı güneş gözlükleri, dünya eğlence sektörünün kalbi Los Angeles’ta, işmen fazla bilinmeyen fakat sektörün kalbinin attığı Çulver City’de kendi otoparkının önünde Panamera’sina biniyorum. Evet, tabiki siyah. Fakat onu çok predictable * da sanmayın. Diğer arabası beyaz!

Düzgün. Net. Temiz….
Sıfat seçmeye çalışıyorum.
Efendi. Adam gibi, adamakıllı. Centilmen. Saygın. Kusursuz görünümde. Terbiyeli.
Yök; olmuyor hiçbiri. Hayatının artık hatırı sayılır kısmını Amerika’da geçirdiği için İngilizce bir karşılık bulacağım.

İmmaculate! *

Tamam! İmmaculate! Sözlüklerinize atlamayın; yazının sonunda lügatla geliyoruz!

Emrah Yücel’le tanışıklığımızın evveliyatı var. Ben onun “Emrah Yücel” öldüğünü biliyorum. Daha doğrusu kendisini değil, aynı zamanlarda anne olduğumuz için eşini tanıyorum. Ortak çevreler, arkadaşlar, eş, dost, akraba var. Bir avuç Türk’üz Melekler Şehri’nde. Emrah Yücel trivia’m fazla kuvvetli değil. Film sektörü ile ilgili bir işler yaptığını biliyorum. Afişçi desem? Diyemem. Henüz ne iş yaptığnı bilmesem bile grafik sanatına bağlı, muhtemelen gerisinde senelerce eğitimi, ve ciddi bir estetik zevki barındıran bir iş dalını “afişçi” olarak tanımayamayacak kadar kültürlü sayıyorum kendimi. Fakat konu ben değil. Konu Emrah Yücel. Hollywood’a afiş yapan, bunun yanısıra bu şehri ayakta tutan, dünyanın da “entertainment” kaynağı Los Angeles’ta bizi magazinsel anlamda değil de “adam gibi” temsil eden Emrah Yücel. The immaculate guy! *

“Sadece afiş değil tabiki yaptığımız. Filmi alıp onun pazarlanması için tanıtım paketini bir araya koyuyoruz. Bunun sonrasında DVD kapaklarından tutun, gazete ve dergi ilanlarına, billboard’lara varana dek filme tüm grafik desteği sağlıyoruz” diyor onu “afişçi” olarak tanımlayanlara. Size birşey diyeyim mi? Bu adam afişçi ise, bu ofis ortamı ve bu zevk, estetik, kültür ve tutku “afişçi” olarak özetlenecekse, varsınlar bana afişçi desinler. Yaşarım. Lakin yine Yücel’e dönelim!

Bu ilk buluşmamız değil. Daha önce birlikte Çulver cıvarlarında birkaç restoranı ziyaret etmişliğimiz, akıllara ziyan ofisinde vakit geçirmişliğimiz var. Bir tanışıklık sebebiyle de sabah kahvaltı sofralarına da konuk oldum evlerinde 5 gün.

Kelime dağarcığıma ve yakın geçmişe ait bu tanışıklığa rağmen tanımlamakta zorlandığım bir şahıs Yücel. Aslında sebebini biliyorum. İltifat kaldıramıyor. Hakkında iyi yazılırsa üzerinden geçiyor; kelimeler kulağına çarparsa kafasını diğer yana çeviriyor. Gözlerine kilitlenip iltifatı duysun, görsün, farketsin ve sahiplensin istiyorsanız da gözlerini kaçırıyor. Hep bir “Aman canım, daha iyisi, daha ötesi vardır!” havasında. Alıp sarsmak geliyor içinden insanın. Nerede olduğunu, durduğunu, neler yapmış olduğunu farketsin istiyorsunuz. Belki de hepsi poz. Belki de Hollywood bulaşmış üzerine. Bu mütevazılık, bu tutku….. Sanırım tam çözmek için terapi koltuğuna yatırmak gerekiyor içerideki adamı. Onu da sever, belli. En sevdiği dizilerden biri yarım saatlik segment’lerden oluşan ve başrolünde Gabriel Bryne’in oynadığı ve harikalar sergilediği İn Treatment *dizisi. Her gün, yarım saat, terapist ve koltuğundaki o günkü hastası.

Onun hakkında yazmaya başlayabilmek için (görülüyor ki halen yazıya giremiyorum) eski yazmış olduklarımdan birine dönüyorum. O anda farkediyorum ki Emrah Yücel hakkında bir yazı yazılası bir adam değil. “Yazı dizisi” gerekiyor. 3.çocuğu, kendi ismini taşıyan http://www.emrahyücel.com websitesi için, stili ve bu stilin altını destekleyen takip ettikleri için, LA hayatı için, Türkiye hakkındaki fikir ve düşünceleri ve ülkesine samimi şekilde vermek istedikleri için, şirketleri ve bilhassa İconisus için, Türkiye’de film ve yetenek sektöründe çığır açacak yeni websitesi için (şimdilik ismini gizli tutalım) , başarmış oldukları ve vizyonunda beklemede olanlar için…. tefrikalar halinde… fasiküller halinde…

Çok sıcak bir Kasım günü açık havada öğlen yemeği paylaşmadan önce – ki bu öğle yemeği ve mekan başlıbaşına bir yazı gerektirir- yine çok sıcak bir yaz günü, yine Çulver City’de bir Fransız bistrosunda yenilen öğle yemeği var. Ve o öğle yemeğinde paylaşılan birkaç proje. İsimleri, konseptleri, imzaları ve rakamları çok büyük, ve paylaşırken çatalı bıçağı bırakmayı gerektiren bir projeler. Arada bir konudan kopup karşımda konuşan adamın ağzına takılıyorum, çıkan kelimelerin Türkçe olduğundan emin olmak için. Karşımda konuşan gerçekten Türk mu? Yani tek şarkısı hasbelkader yabancı birkaç radyoda çalınmış ve “Amerika’da Türk’ün yüzünü ağartan”, B hatta C listesine ait adı yarı bilinir aktörlerle film çevirip “Hollywood’da göğsümüzü kabartan” veya tıpta (veya bir klinikte) çığır açıp, İstanbul’dan Ardahan’a kimsenin adını dahi duymadığı bir doktordan bahsetmiyoruz. Bu adamın adını bilin, bilmeyin. Bu adam her anlamda işi bitirmiş! İliklerine kadar Amerika’li, sonuna kadar Türk, ve (tamamen şahsi yorumum) ileri 3 adım atıp sonra Türkiye’nin kendisine yetişmesini bekleyen bir kültür elçisi. Kültür derken de kelimenin altını çizip, mümkünse koyulaştırıp ve ağırlığını vererek, dolu dolu okuyun. Kültür!

Sesinin tonunda “görüyorsunuz”. Bugün ve bundan sonra “taa Amerikalarda” yapacaklarının ve başaracaklarının çoğunu büyük bir şevkle Türkiye için yapacak bir insan o. İnsan kelimesi ile ingilizce’deki “İnsane” kelimesi arasında tek bir harf ilavesi var. Bana göre Yücel “insane”! Yani bir çılgın. Reşume’sinde çok örnek var bu klinik durumuna ait. Evet, Hollywood’da parayı kazanıyor kzanmasına ama birçok projede gidip Türkiye için cebinden saçıyor.

“Türkiye için, Türkiye ile alakalı, Türkiye hayrina, tanıtımına yönelik müthiş bir çaba vakit, emek, para….. bütün bunları sadece kendi işine adaşaydın, aktarsaydın, bugünden kaç sene ileride olabilirdin?” soruma şöyle bir cevap veriyor:

“İş olarak daha ileride olacağımı zannetmiyorum. Bu çabayı İngiltere için sarf etseydim ‘Sır’ , Fransa için sarfetseydim ‘ Legion d’Honeur’ alırdım herhalde. Şaka bir yana çıktığın nokta, kodlandığın yıllar çok önemli. Nereye gidersen git ne olursan ol, kendine dönmek zorundasın”. Rahmetli Sakıp Ağa’nın, bir uçak yolculuğu esnasında Yücel’in kulağından çıkmayan sözleriyle : Sen bu topraklarda doğup büyümüş bir ağaçsın ve şimdi meyvelerini vermeye başka topraklara gidiyorsun… Unutamadığı için, meyvelerini nerede verirse versin, serpiştirmek için çekirdeklerinden her zaman Adana’ki arka bahçeye de ayıran bir adam olmuş Emrah Yücel.

Son derece sağlıklı ve omega 3 yüklü öğle salatalarını HBO, Fox, Üniversal’daki köpek balıkları ile yiyen (burası için iyi bir tanım; adamların şakaya alınmaması gereken ısırma kapasiteleri ve kudretlerinden bahsediyoruz) Emrah Yücel’in Türkiye’deki bakanlıklar, bürokrasi, evrak, hal, hatır ve gidişat, ters akıntıya kürek çekme ve belirli başarı seviyesine ulaştığında ülkesinin adını anmayanlara inat halen ve ısrarla “Bir başkadır benim memleketim” tadında söylemleri bunlar. Bunca emeği Çulver City’de verse, belki bugün hoşlanmadığı tabir “afişçi” yerine Hollywood’s Poster Child olabilecek kapasitede bir zekaya sahip bir adam.

O müthiş bir şevkle anlatıyor, ve anlatmaya devam edecek, belli. Başka çocukları da var Yücel’in, Ada ve Dada kadar meşru ve Türk.

Bunlardan biri Turkish Film Council – ki ciddi bir gönüllü ekip ile Türkiye’nin film çekimlerinde kullanılması ve cazip bir lokasyon olarak sunulması için karşılıksız çabalıyorlar. Hakikisi varken, film setlerinde han, hamam, peribacaları ve yüksek yüksek tepelere evler ve köprüler kurmasınlar diye müthiş teşviklerle orjinal platoları sunmaya çalışıyorlar. Evet, belki bugün halen birçoğu için “Beren Saat veya Kenan Imirzalıoğlu, Russel Crowe ve Angelina Jölie karşısına geçemez ise biz Hollywood’da adam olmuş sayılmayız” gerçeği var fakat şahıslardan çok ülkemizin de Hollywood’un gözünde adam olması çok önemli Emrah Yücel için.

Fakat marka olarak Yücel yeter! İşyerinden kaçıp, içyerine girelim biraz bu adamın. Renklerine bakalım; retinasından görelim; kulaklığını takip TV kayıt cihazına, blue-ray koleksiyonuna, gece yatmadan önce gözüne son değen dergi ve kitaba göz atalım.

Bildiklerinizden farklı klasiklerin adamı Yücel. “Farklı” klasikler. Örneğin Pastis içiyor, klasik rakı ve Uzo’ya inat. Fakat Pastis’in klasiğini seviyor, Ricard. Onca marka sarmışken etrafını, o Ghesquiere’in Balencıağa’sina hayran. Bana göre “blog” kelimesi onun için yaratılmış “The Sartoriolist” i takip ediyor. Sadece bu bile Yücel hakkında çok şey söylüyor aslında. Okudukları, belki birçoğuna göre “pretentious” fakat Pamuk, Eco ve konusunda tartışmasız bir klasik olan en farklı dergiyi okuyor; The New Yorker. İlk yüzyüze görüşmemizde ofisindeki kusursuz şıklığın içinde de dağınık mükemmellikte eşofmanlı bir Emrah Yücel vardı; son görüşmemizde baştan aşağı simsiyah, astarsız keten takım elbisesinin altında kahverengi ayakkabıları ile de “immaculate” bir Emrah Yücel. Rahat giyiminde, elinde şarabına uygun bir şarap kadehi, takım elbiselerini çektiğinde ise 2 eliyle yumularak afiyetle yediği bir burger.

5 aylıkken ayrılmasına rağmen “akrabalarım sayesinde Doğu terbiyesini öğrendiğim yer” şeklinde andığı Gaziantep, babasının BBC yılları sayesinde onda en derin izleri bırakan sağdan direksiyonlu Londra, yazları Boşbosculardan alıp biriktirdiği yabancı dergilerle şekil bulan estetik zevkinin beşiği Adana, “en güzel yıllarını yaşadığım” diyerek andığı 90‘ların Ankara’sı, artık “home” olarak tanımladığı Los Angeles Yücel’in hamurundaki ana maddeler. Yoğuran, laflarının ve anılarının her köşesinden çıkan ve onu “yetiştirdiği” çok belli olan annesi!
Çok suni, raf ömrü uzatan maddeler de olmasını bekliyorsunuz hamurda. Şekil de sanki onu yansıtmaya çalışıyor ama bir süre yüzyüze konuştuktan sonra bakıyorsunuz ki hakikaten yok. Alın Yücel’i bir Holllywood exeç’in ofisine koyun, bir bakan’ın yanına koyun, Adana’da köprü altına bırakın, Amerikan eskilerini toplasın… veya bir LA akşamüstünde evinin bahçesinde Ferzan’ Özpetek için evinde verdiği davette, elinde kadehi, çimlerde gözlemleyin…… aynı adam. Bugün “varsa” hakkını vererek yiyebilecek, yarın “yoksa” göçünüp üzülmeyecek bir adam.

Tersinizi döndürmeye kabil. Dünyanın en klasik, birçoğunun sıkıcı olduğunu iddia edebileceği 2 renkte evini döşemiş bir şahsiyet örneğin. Siyah/beyaz! Fakat siz onun yerlerde siyah, duvarlarda beyaz mı kullandığını sanıyorsunuz? Zorlayın bakalım “klasik” bilginizi!

Konvansiyonel olan buluşların, fikirlerin adamı değil Emrah Yücel. Fakat tekerleği yeniden icat etmeye çalışan biri hiç değil. Standart olanı değil, klasik olanı seviyor. Daha önce denenmiş ve müthiş bulunmuş Noel Çoward klasiğini alıyor ve onu bir David Beckham klasiğine çevirmeden, nasıl başarıyorsa, 2010’a uyarlıyor. Perfection!

“Herkesin ilk sorusu, Amerika’ya ne zaman, nasıl geldiniz. 15 sene oldu; geldik işte. Bitti” diyerek onu bu şekilde tanımaya çalışanları anlayamadığını hissettiriyor. Defalarca yazılıp çizilmiş ve isteyen herkesin Google’da 0.49 saniyede 354.000 girişle bulabileceği bir bilgiyi yinelemek belli ki çok mühim değil. Önemli olan nasıl kaldığı, neye rağmen ve neleri göze alarak varolup yaşadığı.
Teknoloji çağında dijitali yakalamışken, halen sonsuz tad verebilen o kağıt hissini şimdi bir süre kenara bırakın ve klavyenizin başına geçip adres satırına şu adresi girin:

http://www.emrahyücel.com

Ben de izninizle bir türlü yazamadığım şu Emrah Yücel kimdir, neyin nesidir ve ne yaparak yaşar yazımı tekrar yazmaya çalışayım….

Ücretsiz Eğitim Hizmeti:

predictable: tahmin edilebilir, önceden kestirilebilir
immaculate: kusursuz, lekesiz
the immaculate guy: kusursuz herif
pretentious: gösterişçi
in treatment: tedavide, terapide

(BOXER DERGİSİ, TÜRKİYE, OCAK 2011)

Related Posts

kuştüyü
camera obscura
Yazar